7 Aralık 2010 Salı

Bir Yılın Muhasebesi

3 Aralık'ta bir yaşımı doldurdum. Barbaros Amca'nın bu günlüğe benim adıma "Doğdum" başlığıyla ilk girişi yapmasının ve günlüğü bana hediye etmesinin üzerinden bir yıl geçti. Bu bir yılın dökümünü yapalım mı?

- 46 cm (yani biraz kısaca) doğmuştum; bu ay doktor amcayı henüz görmedim ama sanırım şu anda 75 cm oldum.

- 2550 gr (yani biraz sıskaca) doğmuştum; evdeki hesaplara göre şu anda 1o kg oldum.

- Neredeyse hiç saçım yoktu; uzunluğu ve gürlüğü tartışılsa da, beni uzun süre sonra gören herkesin "A, saçları çıkmış" demesinden de anlıyorum ki, artık saçım var.

- Babama benziyordum; artık anneme daha çok benziyorum (Cemal Süreya diyor ya "yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama/ kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı" diye, şöyle toparlıyorum ben bu benzeşme hikayesini "kime benzediğim hakkında ne düşünürsünüz bilmem ama/ bunun saçlarla bir ilgisi olmalı").

- Görünür çap ve ebatta beş, patlamaya hazır en az bir o kadar daha diş sahibiyim. Annemin memesini emecek takatim yokken, artık elma-havuç dişliyor, et bile çiğneyebiliyorum.

- Yemek içmek demişken; şu hayatta tattıklarım: Her türlü süt ürünü, çok sayıda meyve ve sebze, pilav-makarna ve benzerleri, her türlü bakliyat, etler, börekler vs. Damla düzeyinde olmakla birlikte kahve, rakı ve bira (Babam sağolsun)... Yine yalnızca parmak yalama düzeyinde çukulata ve pasta (Dedelerim ile anneanne ve babaannem sağolsun)... Sanırım tadamadıklarımı saymak daha kolay: Bal yemedim henüz, sebzelerden patlıcan ve baklayı tatmadım bile. Ayrıca şekerlemeler ve şekerli diğer her türlü tatlıyı da yiyemedim. Sanırım zaten yiyebilecek durumda olsam da babamdan fırsat kalmazdı.

- Gezmeyi seviyor bizimkiler: Daha iki aylık olmadan Aydın'la başlamıştık gezmeye hatırlarsınız. Bu günlüğü takip edenler gezip tozduğum yerleri büyük oranda biliyorlar zaten. Ege Bölgesi'ni, en azından bizimkilerin Ege'den kabul ettikleri kısmı büyük oranda gördüm sanırım. Muğla, İzmir, Denizli, Manisa... Ayrıca Bursa, Çanakkale vs. Böyle söyleyince sanki bir yıl yollarda geçmiş gibi görünüyor.

İzmir-Karşıyaka'ya geçerken dalgalara bakıp geride bıraktığım bir yılı düşündüm

- Pek çok insanla tanıştım. Şimdi ben burada isim verip de kimseyi...

- Annemle yapışık yaşamıştım bir dönem, şimdi günümün büyük kısmı Bedriye Teyze'yle geçiyor.

- Bilerek söyleyebildiğim kelimeler: De-de, Dit, Ma-ma! Bana söylendiğinde ne olduğunu anlayabildiğim kelimeler: Top, eşek (sanırım ilk bunu öğrendim), anne, baba, cıs (hayır zararlı bir şey değil, ışığa daha doğrusu tavandaki lambaya cıs diyoruz biz), düüt, pisi kedi, zuzu... (Hepsini tam hatırlayamamış olabilirim)

- Sevdiğim şarkılar: Her türlü ritmik ses!

- Bazı gündelik meseleler: Yemek yemeyi seviyorum. Yürümek konusunda tam sınırdayım, eğer elimde bir oyuncak varsa, farkına varmadan bir dakika kadar hiç bir yerden destek almadan durabiliyorum ayakta. Ama farkeder farketmez de oturuyorum kıçımın üstüne. Yıkanmak mı? En sevdiğim bir kaç şeyden biri, hiç çıkmak istemiyorum banyodan. Değil banyo, ellerimi yıkarken bile sudan ayrılmak istemiyorum. Yemeklerden sonra, o saçma ıslak mendille sileceklerine, ağzımı yüzümü yıkasalar keşke hep.

- Hastalıklar da oldu geçtiğimiz bir yılda biliyorsunuz. Daha ne kadarcıktım fıtık ameliyatı olduğumda? Kan değerlerim uzunca bir süre hep sınırda seyretti. Son olarak da, bir kaç ay önce hiç düşmeyen bir ateşle başlayan ve sonradan 6. hastalık olduğunu öğrendiğimiz bir dönem yaşamıştık. Bunun dışında özel bir sorun yaşamış değilim. Zaman zaman yediklerime bağlı olarak ishal vs. belki...

- Oyun! Sanırım hayatımı şu anda en güzel tanımlayan sözcük bu! Oyun oynamak, dans etmek! Yaptığım her şey bir tür oyun benim gözümde. Giyinirken, kafamı tulumdan geçirip "cee" demekten bir müzik duyduğumda alkış yapmaya varana kadar onlarca, yüzlerce oyun oynama fırsatım var. Hiç kuşkunuz olmasın, bu fırsatların hepsini kullanıyorum ve daha çoook uzun bir süre kullanmaya devam edeceğim!

23 Eylül 2010 Perşembe

3, 4, 5, 6!

"Ateşlendim ama sabaha bomba gibi kalkarım" demiştim ya en son... Asıl bombayı dinleyin: O ateş üç-dört gün sürdü. 40 dereceyi gördük ki, sanırım tehlike sınırının da üstüymüş. Geceyarısı 2'de, 3'te yataktan kaldırıp ılık duşa soktular beni. 38,5'un altına mümkün değil inmedi ateş. Aksi gibi pazartesi sabahı erkenden babam da bırakıp gitti mi..!

Annem doktoruma götürdü beni. Yine kan aldılar elimin üstünden. Bir de idrar testi... Daha görür görmez altıncı hastalık diye bir şeyden kuşkulandı Doktor Yaşar Amca ama emin olamadığı için iğne verdi. İki gün iki bacağımdan uf yaptılar. Sağlık ocağındaki Elif Hemşire'yi iyice belledim; ikinci gün gidip onu görünce bastım yaygarayı ama kâr etmedi.

Nihayet dördüncü ya da beşinci gün kızarıklıklar başladı vücudumda ve altıncı hastalık olduğum kesinleşti. Bu kırmızı döküntülerle birlikte ateşim normal düzeylere düştü ve iğne işinden kurtulmuş oldum. Zaten kan ve idrar testinden de olağan dışı bir sonuç çıkmadı.

Hastalığı bahane edip, kucağa alıştım. Beni yere bıraktıklarında başlıyorum nazlanmaya. Hani akşam yedi buçukta yatıp sabah yediye kadar bir kere uyanıyordum ya; artık gece uyanmalarını üçe hatta dörde çıkardım. Epey çektiler nazımı annemle bakıcım Bedriye Teyzem ama ben iyileştikçe hoşgörüleri de azaldı mı ne? Babamsa hastalık tamamen geçtikten sonra Cuma günü dönebildi İstanbul'dan ancak. Yani ona göre hava hoş...

Velhasıl sayı saymayı öğrenmeden altıncı hastalığı atlattık. Emekleme süreci tam gaz ilerliyor. Üstteki dişler görünmeye başladı. Koltuğa tutunarak ayağa kalktım kalkacağım. Kilo 9, boy 72 yani hemen hemen tam ortalama değerler... Hep düşük çıkan kan değerleri, son testte normal çıktı. Bu hastalığı ve bu kadar yüksek ateşi atlatmış olmak, bağışıklığın da arttığına delaletmiş sanırım. Umarım öyledir.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Şekerleme

Henüz şeker ya da çukulata gibi tatlarla tanışamadım. Diyorlar ki, o kadar güzelmiş ki tatları, bir yiyen başka şey yemez olurmuş. O yüzden de sanırım daha uzun bir süre bana yasak tatlar bunlar... Tatları bu kadar güzel olduğu için, insanlar bir bayram bulmuşlar; üç gün üç gece şeker, tatlı ve çukulata yiyorlar. Dedim ya, henüz pek benlik değil bu bayram. Amaaaa.... İlk kez bayramlık alışverişine çıkmak, o bayramlıkları giyeceğim anı beklemek ve nihayet bayramlıkları giyip tebrikleri kabul etmek; işte bayram budur benim için.

Bayramlık

Bayram sabahı erkenden kalktım. Her zamanki gibi... Babaannem ve Cafer Dedem'le, amcam ve Berçem Ablam'la internet üzerinden görüntülü bağlantı yoluyla bayramlaştım. Dolayısıyla harçlık falan yok! Alacaklarımı biriktiriyorum. Sonra Eskişehir; anneanne, Nuri Dede, teyzelerim, kuzen Irmak...

Kuzen Irmak demişken; çelişkili duygular içindeyim. Bir kere benden büyük mü, yoksa aynı yaşta mıyız karar veremiyorum. Zira aynı yıl içerisinde doğmuş olsak da, bizim yaşımızdakiler için yedi-sekiz ay büyük fark... Belki biraz da bu yüzden, ikinci çelişkili duygu; ondan korkmalı mıyım? Zira istemese de, bana zarar verebilecek gibi... Ama işte benim açımdan üçüncü çelişki; onun peşinden gitmeden, onunla ilgilenmeden de duramıyorum. Bu bayram iyi vesile oldu. Biraz daha yakından tanıdık birbirimizi. Sanırım halen arada bir çekiniyorum ondan. Ama şunu da farkettim ki, o da benden çekiniyor. Bu güzel..!

Evet evet yanlış duymadınız, "peşinden gitmek" dedim. Emekleyebiliyorum çünkü artık. Daha hareketliyim, daha özgürüm, her şeye karşı daha meraklıyım. Emeklemek dediysem, yanlış olmasın, öyle bir adım atsam mı atmasam mı diye düşüne düşüne, iki ileri bir geri değil. Zaman zaman hız limitlerini aşacak kadar süratle ilerliyorum. Beni koydukları odada bulamamaktan şikayet ediyor bizimkiler. Özellikle sabahları, tam onlar evden çıkmak üzere son hazırlıklarını yaparlarken ya yatak odasındaki aynanın karşısında, ya banyoda, ya mutfakta ya da salonda çıkıveriyorum karşılarına. Bayramda Nuri Dede'yle emekleyerek birbirimizi yakalamaca oynadık örneğin. Herkesi şaşırttım.

Belki de yaşamımdaki değişikliklere ilişkin en önemli haberi sona sakladım: Annem işe başladı ve o işe gittiğinde bana artık Bedriye Teyze bakıyor. Benimle sürekli konuşan, karnımı doyuran, bana aynı babaannem gibi "paşam" diye hitap eden, sabahları gelmesini dört gözle beklediğim oyun arkadaşım oldu benim. Kısa sürede alıştık birbirimize. Onun da benimle aynı yaşta bir torunu varmış, tanışmayı merakla bekliyorum. Bakalım, eğer yemeğimi yemezsem benim yerime yiyecek olan şu yumurcak nasıl bir şeymiş?

Bayramla başladım, daldan dala atlayıp son gelişmeleri aktardım. Kafamı tam toparlayamıyorum. Çünkü her gün bir sürü şey oluyor hayatımda. Artık bazı sözcükleri anlayabiliyorum örneğin, hatta bazılarını söyleyebiliyorum. Şekerli tatları tadamamış olsam da, pek çok başka şeyin tadına bakmış durumdayım. En çok sabah kahvaltılarını seviyorum. Sonra öğleden önce şeftali yemeyi, öğleden sonra ise yoğurt... Öğlen yemeği mi? Gününe göre sebzeli, kıymalı, tavuklu ya da yoğurtlu çorbalar... İşte bunları yerken bazen mızmızlık ediyorum. Kafamı toparlayamıyorum dedim ya, biraz da şu bayramın son günü başlayıp halen devam eden ateş yüzünden böyleyim. Dışarıdan bakınca çaktırmıyorum ama 38'in üzerinde ateşle yanıyorum. Bizimkiler perperişan oldular iki gündür. Ilık duşlar, ilaçlar hatta söylemeye dilim varmıyor ama fitil; hiç biri kâr etmedi. Yalnız bu akşam yatarken biraz düşer gibi oldu ateşim. Yarın sabaha bomba gibi kalkmayı planlıyorum. Bakın ben hastayken de gülüyorum; siz üzülmeyesiniz, e mi..?


13 Ağustos 2010 Cuma

Yine Düştük Yollara

Geçtiğimiz haftasonu Asos'taydık. Daha bir ay öncesinden konuşuluyordu evde. Gitmek için can atıyorlardı bizimkiler. İki haftalık koca tatilin yolunu bile böyle hevesle gözlememişlerdi. Ne Asos'muş arkadaş...

Konuşulanlardan bizimle gelecek en az bir kaç aile olacağını düşünmüştüm ben. Çınar Abi'nin de geleceğini sanıyordum. Ama birlikte plan yaptığımız herkes "satmış" bizi. Satmak ne demek ki acaba? Para mı kazanmışlar yani bizi satarak?

Cumartesi sabahı erkenden yola çıktık. Bursa, Karacabey; Karacabey'den aşağıya Susurluk'a... Susurluk'ta kahvaltı... Benimki her zamanki menü; bizimkilere tost-çay ve "meşhur Susurluk ayranı"... Evet sabah sabah hem de... Sonra Balıkesir ve Havran-İvrindi yolundan Edremit... Sonrası hep güzel yerler işte: Akçay, Güre, Altınoluk, Küçükkuyu... Ama hepsinden güzeli, Küçükkuyu'dan Asos'a giden sahil yolu... Sağ yanımız zeytinlik, sol yanımız deniz...

Öğlen saatlerinde otele ulaştık. Oda küçük ve basık ama onun dışında her şey harika... Deniz, havuz, yemekler ama benim menü hâlâ aynı:( Akşam yemeğinde fasıl bile vardı ve benim tek içebildiğim hâlâ anne sütü! Tamam biliyorum dünyanın en özel içeceği ve şu anda sadece benim için üretiliyor. Ama masada o kadar meze, üstüne ahtapot salatası varken bana yalnızca tahıllı gece maması ve süt verilmesi adil değilmiş gibi geliyor.

Çiçekli Bahçe'de odamızın önü

İkinci gün yeni bir motel... Daha doğrusu pansiyon... Buradan reklam yapmayı sevmiyorum ama önce şuraya bir bakın derim: http://www.ciceklibahce.com/. İnsan buraya yalnızca bir gece ayırınca, koca yazı boşa geçirmişiz diyor. Pansiyonda bir sürü yeni arkadaşla tanıştım. Benden küçükler, benimle aynı yaştan olanlar, benden biraz büyükler... Sanırsınız ki, iki yaşından küçük çocukların hepsi tatile çıkmış ve buraya gelmiş.

Asos'daki deniz suyu, daha önce yüzdüğüm denizlere göre çok daha soğuktu. Ama gözümü bile kırpmadan girdim. Bir ara kendimi kutuplarda denize giren penguenler gibi hissetmedim değil. Zaten yürüme çalışmalarına da başladık ve penguen gibi yürüyorum; su da soğuk olunca, iyice penguen havasına girdim. Suyun soğukluğuna rağmen şunu söyleyebilirim: Onca yer gezdim, o kadar yerde denize girdim; ben böyle yer görmedim. Aile geleneğimizmiş, her yıl gelinirmiş buraya; artık Asos ziyaretlerini yılda en az ikiye çıkarmaları gerekecek.

Haftasonu tatilinin en kötü yanı, iki günde bitmesi... Pazartesi öğlen dönüş yolu ve akşamına evdeyiz. Ertesi sabah uyanınca yine deniz aradım ama yok ki...

27 Temmuz 2010 Salı

Güneş Kumsal Deniz

Tatil ne güzel şey! Çalışmıyor olabilirim ama benim de kendime göre sıkıntılarım, yoğunluklarım var. İstediğiniz zaman dışarı çıkamamak, hep birilerine bağımlı kalmak, onların keyfi isteyince dışarı çıkabilmek ne demek, bilir misiniz siz? O yüzden iple çektim tatili. Ege'yi, denizi, kumsalı, havuzu hayal ettim hep. Ve beklediğim gün sonunda geldi: Haziran'ın son hafta sonu başladı tatil.

Önce bir günlüğüne de olsa, babaannemle dedemin evine uğradık Aydın'a. Ben güneşte yanmadan, "pamuk gibi" beyazlığımı görsünler istedi bizimkiler. Hasret giderdik; onlar ne kadar büyüdüğüme şaşırdılar, ben onların şaşkınlığına şaşırdım. Her hareketimle arttırdım şaşkınlıklarını. Gerçi itiraf etmeliyim ki, zaman zaman kendimi aştım. "De de de de" gibi sesler çıkarmayı öğrenmiştim örneğin bir kaç gün önce. Bu sözleri dedemin kucağında iken söyleyince, söyleyebildiğim bir iki hece gerçekten ses getirdi. Üstelik yüzü koyun dönmeyi öğrendim. Hazır öğrenmişken, unutmayayım diye sürekli döndüm yatağımda. Beni asla bıraktıkları gibi sırt üstü bulamıyorlar yatakta...

Ertesi gün Kuşadası, otel... Deniz, havuz, kumsal, güneş, sınırsız mama ve yerli içki (anne sütü:)! O deniz dediğiniz şey ne güzel bir şey öyle... Hiç çıkmak istemedim. Genelde babamla girdik denize; ayaklarımdan başlayıp, alıştıra alıştıra soktu suya beni. Hiç üşümedim, hiç ağlamadım, hiç sıkılmadım. Suyun içinde annemle oynamayı daha çok sevdim. Ayaklarımı kurbağa gibi çırpmayı öğretti annem. Ben gayet ciddi bir iş yapıyorum havalarındaydım ama nedense annemle babam gülmekten öldüler bu halime.

Küçük bir şişme havuz aldılar bana. Önce onu koydular suya, içine de beni... Sevmedim. Ama evde, deniz ya da havuz olmadığında mecburiyetten kullanılabilir. Sonra bebekler için bir şişme simit aldılar. Onu zaten hiç sevmedim. Havuz başında unuttuk onu, kayboldu gitti. Denize mayoyla, havuza ise suya girmek için yapılmış bebek bezi ile girdim. Havuzda benden biraz büyük abiler, ablalar hiç rahat bırakmadılar beni. Hep benimle oynamak istediler ama yüzüme gözüme su sıçrattılar. Ben de avuçlarımla suya vurup şap şap oynadım ama ciddiyetimden hiç taviz vermeden.

Hazırım; deniz nerdeydi?

Uyku düzenimi genel olarak aksatmadım. Su insanı yoruyor; denizden çıkıp, gölge bir yerde hafif kestirmek gibisi yokmuş. Böylece annemle babama da dinlenme fırsatı verdim. Sayemde ikişer üçer kitap bitirdiler bir haftada. Akşamları, daha bizimkiler yemeklerini yerlerken uyuyup kaldım. Sıcak rahatsız etti geceleri. Sabah uyandığımda ter içinde kalıyordum ama bu da işin cilvesi... Otel odasında haliyle, bizimkilerle birlikte uyumak zorunda kaldım. Yani tabi ki benim bebek yatağım vardı ama aynı odadaydık işte. Babam horluyormuş, bu yaşımda bunu da öğrendim.

Otel bir garip otel. Deniz kenarında ama odaya çıkmak için üç asansör değiştirmek zorundaydık. O asansörler de garip... Gözüne far tutulmuş tavşan gibi açıyordum gözlerimi asansörde.

Kuşadası tatili bir hafta sürdü. Hazır Ada'da (Aydınlılar Kuşadası'na Ada derlermiş; gerçekten ada olsa içim yanmaz) iken ben daha çok çok küçükken görüştüğümüz, hayal meyal hatırladığım Mehmet Amcalar'ı, Türkan Teyzeler'i ve Güney Amcalar'ı da ziyaret ettik.

Ada'dan İzmir'e, amcamla Berçem Abla'nın (sana yenge demesem de Berçem Abla desem olur mu? Ya da sadece Berçem mi desem?) evine geçtik. Amcamla ve Berçem Abla'yla bir sorunum yok da, aman allahım, o ne sıcak öyle! Fenalıklar geçirdim. Ne uyku girdi gözüme, ne bir şey... Bir de beni içerideki odaya yatırıp, kendileri rakı masası kuracaklarmış; yok öyle iş... Masada babamın kucağında uyudum. Ya da bayıldım, tam hatırlayamıyorum. Amcam armağanlar verdi bana ama sanırım o arabayı aldığına pişman oldu. Arabaya da takılan kırkayak içinse ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir de Berçem'in aldığı desenli badileri, o günden beri üstümden çıkarmıyorum desem yeridir.

Ertesi gün Manisa-Turgutlu... Gece eğlence ve dedemle babaannemle buluşup, tekrar İzmir'e amcamın evine... Sabahına hep birlikte Çeşme..! Keşke yola çıkmadan evvel bizim arabanın lastiği patlamayaydı da daha erken gelebileydik Çeşme'ye. Yine deniz, yine kum, yine güneş... Fakat sağolsunlar, sürdükleri güneş kremi sayesinde şöyle istediğim gibi bronzlaşamadım. Pamuk geldim, pamuk döndüm. Alaçatı'yı da gezdik. Gelene geçene gülücük dağıtıp, ilgi topladım yine. Benim de işim gücüm bu; insanları mutlu etmek, güldürmek...

Sevgili Amcacığım,
fotoğraf çekeceğim diye gül cemalinden mahrum bırakmış bizi bu fotoğrafta...

Sonra geceyarısı Aydın'a döndük, amcamları İzmir'e bırakıp. Dedem ve babaannemle uzun uzun zaman geçirdim Aydın'da. Bu kadar reklamdan sonra beni kolay kolay bırakabileceklerini sanmıyorum artık. En kısa sürede bana bakmaya bize geleceklerine eminim.

Haftasonu, bu kez amcamla Berçem Abla Aydın'a geldiler. Muğla'ya babamın babaannesine gittik. İki küçük oğlakçıkla tanıştırdılar beni orda. Kardeş olduk onlarla ve ömrümün sonuna kadar da öyle kalacakmışız.

Tatil dediğin çabuk geçiyor. Dönüş yolu, tatsız, yavan... Ama iyi ki Denizli'de Barbaros Amca var. Seviyorum ben bu koca adamı. Koca adam ama bazen benden daha mı küçük oluyor ne... Yine bir ilki Barbaros Amca ile birlikteyken yaşadık: İlk dişim göründü! Alt ön dişlerimden bir tanesi ufak ufak yol yapmış kendisine, inci tanesi gibi uç verdi. Bir kaç gündür süren huysuzluğumu ona yordular. Şöyle söylemek istiyorum: Huysuz sizsiniz!


Planlarda olmamasına rağmen, dişimin şerefine gece Barbaros Amca'yla Çağla Abla'nın (evet "teyze" değil, "abla"... Değil mi Çağla Abla?) evinde kaldık. Ben bu "dişimin şerefine" kısmından bir şey anlamadım ama. Zira yine içerideki odada yatan ben, masada "şerefe" diyen onlar... Sabahın köründe kalkıp kahvaltı hazırlayarak bizi yolculayan Barbaros Amca'ya ve Çağla Abla'ya buradan mahsus selam ederim.

Sonra Eskişehir ve Bozüyük... Tatil biter; şimdilik!

*

Duyuyorum, duydum; şöyle şeyler konuşuluyormuş: Vay efendim bu yazıları ben yazmıyormuşum, vay efendim küçücük çocuk bilgisayardan, yazı yazmaktan ne anlarmış falan filan... Şu vesikayı sizlerle paylaşma gereği duyuyorum:


Bu meseleyi de çözüme kavuşturduk ya benden rahatı yok!

2 Haziran 2010 Çarşamba

Kurbağalar ve ben

Hayvanat bahçesi demişken...

Kuzum, şu kurbağa hikayesi nedir allasen? Bizimkiler tutturmuşlar bir kurbağadır gidiyor... Odamın duvarları kurbağa yeşili; aynı renkten bir oyun halım var. Odanın orasında burasında kurbağalar. Buyrun bakın:

Varan 1


Hem de yatağımın içinde; göz göze

Kurbağa desenli elbise askılarını, ufak tefek bilimum oyuncağı falan saymıyorum bile... Bu kadar kurbağadan sonra ilk söyleyeceğim kelime "vrak" olursa alınmak yok ama tamam mı?

Hepsini geçtim; sonunda şunu da yaptılar:

Ayıptır yahu! Ben kurbağa değilim!!!

Tamam ben kurbağalığa razıyım ama genetiğin rolünü de küçümsememek lazım değil mi?



Bu konudaki son sözüm de budur ve konu benim açımdan kapanmıştır.

"We're all going to the zoo"

Bu başlık da neyin nesi diyorsunuz değil mi? İnanmayacaksınız ama doğduğumdan beri en çok okuduğum cümle (evet okuyabiliyorum:) desem... Hâlâ anlamadıysanız aşağıdaki fotoğrafta yatak çerçevesindeki yazıyı okumaya çalışın:

"... to the Zoo"
Ayaklarımı yatak koruyucuların üstünden aşırmaya bayılıyorum laf aramızda.

Ne zaman gözümü açsam yan tarafta hep aynı cümle: "We're all going to the zoo"! Meğer "Hep birlikte hayvanat bahçesine gidiyoruz" demekmiş. Geçtiğimiz pazar günü, babam açık öğretim sınav nöbetinden döndükten sonra doluştuk arabaya, ver elini Bursa!

Daha önce de Bursa'ya gitmiştim aslında. Bir kaç kez annemin karnında, bir kere de doğduktan sonra... Ama hiç bu kadar gezme fırsatımız olmamıştı. Bu gelişimizde Soğanlı-Botanik parkta gezdikten sonra hemen onun yanında hayvanat bahçesini gezdik ailece. Hava o kadar sıcaktı ki, gezintinin bir kısmında sıcaktan bayılmışım arabada. Ama sıcak da olsa değdi doğrusu. Daha önce hiç görmediğim bir sürü hayvanla tanıştım. Aslanlar, leopar, deve kuşları, boz ayılar, pelikanlar, maymunlar, zebralar, develer, lamalar... Sanırım bunların bir kısmını ömrümün geri kalanında ya çok az göreceğim ya da hiç görmeyeceğim.

Şimdi bu geziden bazı fotoğraflar:

Arkada aslanlar; öndeki benim:)


Ben arkadaşı tanımıyorum ama ısrarla bana benzediğinden söz ediyorlar. Benziyor olabilir miyiz gerçekten?


Gölge ve aile kucağı; işte hayat diye buna derim!

6 Mayıs 2010 Perşembe

Bayram Geldi

1 Mayıs bayramınız kutlu olsun. Benimki kutlu oldu.

Eskişehir'de 1 Mayıs'a katıldık ailece. Herkes çok ilgilendi benimle. Devrim Amca'yla Fulya Teyze Deniz'i de getirmişler. Hem tanıştık hem de ikimiz birlikte alanın yaş ortalamasını düşürdük. İçinde benim adımın da geçtiği şeyler söylediler yüksek sesle ve hep birlikte. Mahir ve Hüseyin diye kimseyi tanımıyorum ki ben... Bilemedim. Zaten olup biten her şeyi anlamam da beklenmiyor benden herhalde. Rengarenk bayraklar, flamalar gördüm. Herkes mutlu (ama biraz öfkeli mi ne?). Kalabalık, çok kalabalık... Bayramın orta yerinde mışıl mışıl uyudum.

Merhaba Deniz, ben Ulaş. Daha önce tanışmış mıydık?

*

Akşama Irmak Kuzen'in doğum gününü kutladık. Daha doğrusu kutladılar; çünkü uyudum ben yine. Uyku yüzünden sosyal ortamları kaçırıyorum.

Ertesi gün de Barbaros Amca ile Çağla Teyze geldiler. Sayelerinde üç gün sürdü bayramım. Şu adamın güzelliğine bakar mısınız?

Seyyah Olup Şu Alemi Gezerim

İlk Osmanlı Medresesi'nde

23 Nisan'dı. İznik'e gitmeye karar verdi bizimkiler. Bir buçuk saatlik yolculuğun ardından vardık. Babam beni boynuna astı; güneşten korunayım diye şapkamı taktılar. Önce ben doğmadan 1685 yıl önce toplanan İznik Konsülü'nün yapıldığı kiliseyi gezdik. Sonra göl kenarında balık yedi annemle babam. Göl kenarı gezintisi yaptık. Şiir öğrendim ben İznik Gölü ile ilgili:

"Bu göl İznik gölüdür.

Durgundur.

Karanlıktır.

Derindir.

Bir kuyu suyu gibi

içindedir dağların.

Bizim burada göller

dumanlıdırlar.

Balıklarının eti yavan olur,

sazlıklarından ısıtma gelir,

ve göl insanı

sakalına ak düşmeden ölür.

Bu göl İznik gölüdür.

Yanında İznik kasabası.

İznik kasabasında

kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü.

Çocuklar açtır.

Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.

Ve delikanlılar türkü söylemez.

Bu kasaba İznik kasabası.

Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.

Bu evde

bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.

Boyu küçük

sakalı büyük

sakalı ak.

Çekik çocuk gözleri kurnaz

ve sarı parmakları saz gibi."


Çok sevdiğim, özellikle gündüzleri uykuya yatarken babamın bana okumasına bayıldığım Sevdalı Bulut kitabını yazan Nazım Amca yazmış bu şiiri... Şiiri tam anlamadım. Keşke Nazım Amca daha çok çocuk masalı yazsaydı. Bunu bilir bunu söylerim.

Göl kenarında o kadar oyalandık ki, neredeyse İznik Müzesi'ne yetişemiyorduk. Hızlı da olsa onu da gezdik.

Küçüçük çocuğa da bilet kesilmez ki...

Çeşit çeşit çini gördüm. Çok istedim; bana da küçük bir hatıra aldılar.

Dönüş yolu gidişten daha uzun sürdü. Çok yoruldum.

22 Nisan 2010 Perşembe

Yeni Tatlar

Farkında mısınız? Büyüdüm ben. Dört ay çoktan doldu da beşinciyi yarıladık.

Ne ilginç; sanki her gün aynıymışçasına bir rutin içerisinde ama ben bir önceki günden ne kadar farklıyım...! Agu bugu falan değil, bildiğiniz çığlıklar atıyorum artık. Gördüğüm yüzleri tanıyorum. En çok annemle babama gülüyorum ve buna ne kadar seviniyorlar bilseniz. Bazen ben mi bebeğim yoksa onlar mı diye düşündüğüm oluyor. On gün görmesem, teyzemi bile unutuyorum ama; karşılaşınca yabancılıyorum önce bir. Dudağımı büzmeyi öğrendim. Gözlerinin içine bakarak dudağımı büzdüğümde yaptıramayacağım şey yok; bunu da öğrendim. Çok sık kullanmıyorum yine de...

Altı kiloyu ve altmış santimi geçtim. İlk alınan tulumlarımın hiçbirine, sonradan alınanların da bir kısmına sığmıyorum. Eski yazdıklarımı okudum da, yenidoğan bebek bezi aratmışım ya bizimkilere; çok güldüm. Üç numaradan aşağı kullanmıyorum artık. Biraz yardımcı olurlarsa popomun üstüne oturabiliyorum ama bu şekilde uzun süre kalmayı sevmiyorum. Aslında uzun süre hiç bir şekilde kalmayı sevmiyorum. Hele eğer kucaktaysam beni koltuğun üstüne yatırmalarını hiç sevmiyorum.

Oturmayı bırak poz bile veriyorum

Oyuncaklarım var. Ses çıkaranları ve taşıyabileceğim kadar hafif olanları seviyorum. Bu hafifçe olanları tutup ağzıma götürebiliyorum. Aslında her şeyi ağzıma götürmek istiyorum; bunun için yanıp tutuşuyorum. Ellerime bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum... Ha pardon, dalmışım yine ellerime baktığımı düşününce. İşte bunu sonsuza kadar yapabilirim sanırım. Ellerim çok ilginç, en azından bana öyle geliyor. İki taneler, beşer tane parmak... Aman allahım düşündükçe çıldıracağım; ne ilginç şeyler...

Anne sütüne devam ama yeni tatlar da yok değil hayatımda. Havuç, elma suyu derken bunların pürelerini de yiyebiliyorum artık. Elma püresini sevdim. Annem keçi sütünden günlük yoğurt tutuyor benim için. Bakalım keçi mi inatçı yoksa ben mi? Zira yoğurdu sev-mi-yo-rum. Nasıl anlatmalı bilmem ki... Öğürdüm olmadı, ağzımdan çıkardım olmadı. Ekşi bir kere, tadı yok tuzu yok. Keşke elma püresi ile karıştırsalar... Bugün ilk defa sebze çorbası da denedim. Fena değil. Elma püresinden kötü yoğurttan iyi. Havuç, patates, zeytinyağı... Zeytinyağı aile üretimi imiş. Gururlandım. Bir kez muz verdiler. Üç gün kakamı yapamadım. Bir daha yersem iki olsun. Demir damlası, D vitamini damlası günlük kullandığım takviyeler. Dördüncü aydan sonra anne sütündeki demir bebeklere yetmezmiş. Ben biraz daha erken başladım.

Gün aşırı yıkıyorlar beni. Bazen keyfim olmuyor ağlıyorum, bazen de hoşuma gidiyor. Bu konuda tam bir karar vermiş değilim. Gündüz uykusunu sevmiyorum. Ama güneş battıktan sonra yatağıma bırakıyorlar beni, uyuyorum. Bu konuda da eziyet etmiyorum. Yatağıma yatırılınca bana kitap okumalarını seviyorum. Şimdilik okuduklarından hiç bir şey anlamıyorum. Ama olsun, ninni gibi geliyor, dinliyorum. İlk Nazım kitabımı bana okumaya başladı babam: Sevdalı Bulut. Yeni bir şey öğrendim: Annem beni emzirirken konuşursa, kafamı kaldırıp bakıyorum. O konuşurken hiç emmiyorum. Anneme diyorum ki, benim ağzım doluyken konuşma, ayıp... Yatakta da ha döndüm ha dönücem. Köprü yapabiliyorum ama son hamle şimdilik yok.

Off, amma çok şey birikmiş anlatacak. Ya da ben günbegün o kadar değişiyorum ki, anlatacak çok şey oluyor. Zaten gün içerisinde de ha bire vıcır vıcır konuşuyorum. Beni anlıyorsunuzdur değil mi?

31 Mart 2010 Çarşamba

Sanırım Fanatik Oldum


Büyüyünce maça da gideceğim; şimdilik bu kadar...

22 Mart 2010 Pazartesi

İnsanı "fıtık" ederler


Bu da oldu; "fıtık" ettiler beni. Yok, öyle ağız falan yapmıyorum: Ciddi ciddi fıtık hatta fıtık ameliyatı oldum ben. Aslında tam bir ay geçti ameliyatın üstünden ama her şey tamamen yoluna girmeden, buraya yazıp da sevenleri üzmek istemedim.

Aydın'dan döndüğümüz günün ertesiydi. Babam sağ kasığımda bir şişlik fark etti. Görmeliydiniz, nasıl korktu... Halbuki ben sünnetten sonra tekrar hastane ve doktor görmemek için elimden geleni yaparak bir süre saklamaya çalışmıştım fıtığımı. Ertesi gün soluğu Tıp Fakültesinde aldık. Doktorun da dilindeymiş; görür görmez "ameliyat" dedi. Bir hafta sonraya ameliyat günü verdi bize. Aslında ben biliyordum başıma gelecekleri çünkü babam bütün gece internetten araştırma yapıp, tek çözümün ameliyat olduğunu çoktan öğrenmişti. Annem- babam biraz sarsıldı sanki "ameliyat" kelimesini duyunca ama bana hissettirmemeye çalıştılar üzüldüklerini. Babaannem ve dedem ta Aydın'dan geldiler, üzülüp...

Velhasıl, 19 Şubat'da ameliyat oldum ve bağırsağımın dışarıya kaçmaya yeltenen küçük parçaları yerlerine geri sokuldular. Sağ fıtık diye girdik, iki tarafta fıtık çıktı bu arada, iyi mi? Ha bu arada operasyondan önce 12 saat aç kaldığımı ve narkoz verildiği için olayla ilgili bir şey hatırlamadığımı söylemek isterim. Dolayısıyla daha fazla ameliyat ayrıntısı yok. Bir gece hastanede kaldık annemle. Hasta olan kardeşler, arkadaşlar vardı bir sürü. Kendimden çok onlara üzüldüm bütün gece. O yüzden biraz ateşim çıktı ama annemi hiç üzmedim; çok uslu durdum hastanede. Sabaha taburcu olmuştum bile. Bunu fırsat bilip, iki gün nazlandım; daha fazla değil.

Bir hafta sonra kontrole gittik ve yıkanma hakkını da elde ettim. Çapkın çapkın gülmeyi de öğrendim; inanmazsanız fotoğrafıma bakın:)



Korkulacak bir şey kalmadı. Şu doktor-hastane işlerinden de bir kurtulsak artık...

15 Şubat 2010 Pazartesi

Bir Yolculuk Hikayesi

Amcamı biliyorsunuz. Hani şu beni görmeye gelmeyen... Gelmemesinin nedeni evlenecek olmasıymış. Aslında ben doğmadan önce evlenecekmiş amcam fakat benim annemin karnında böyle uzun bir yolculuk (Eskişehir-Aydın) yapmamı istemediklerinden yani yalnızca benim için Berçem Teyze ile evliliklerini ertelemeye karar vermişler. Fakat babamın dediğine göre bahara kadar da bekleyemeyip kışın ortasında evlenelim diye tutturmuşlar. Böylece anne karnında gitmek zorunda kalmadığım yolu dünya gözü ile görme şansım oldu olmasına ama hem benim doğumum sırasında amcamın iki ayağı bir pabuca girdi hem de ikinci ayımın sonunda yaklaşık sekiz saatlik bir yolculuğa çıktım.

Yoldan yana ne anlatayım bilmiyorum. Arabanın arkasına, araba koltuğuma yatırıyorlar beni. Üstelik yüzüm de arabanın arkasına dönük... Uyumayayım diyorum, pencereden dışarıyı izleyeyim diyorum ama o nasıl güzel bir sallantıdır; o ne tatlı bir motor uğultusudur... Dayanamıyorum; daha bizim sokağın köşesini dönmeden dalıyorum uykuya. Yoldan hiç bir şey hatırlamıyorum bu yüzden de. Yalnızca mola verdiğimiz yerlerde kâh biberondan kâh memeden emdiğim süt var aklımda. Annem bir ara arabada giderken de süt verecek oldu ama midem bulanıp, içtiğim bütün sütü çıkarınca bir daha böyle bir şey yapmaması gerektiğini öğrendi. Ben de arabamıza imzamı atmış oldum.

Denizli'den sonra sıkıldım ama. Aydın'a kadar yol uzadı da uzadı. Babannem ve dedemin evine ulaştığımızda gözler üzerimdeydi. Babamın babannesi ve halası ile ilk tanıştım. Orada benim için ayırabilecekleri bir oda bulunmadığı, daha doğrusu evleri kaloriferli olmadığı için geceyi (ve sonraki geceleri) babamın teyzesinin evinde geçirdik. Babamın ve annemin teyzelerine, halalarına ya da amca ve dayılarına nasıl hitap etmeliyim acaba? Şimdilik büyük teyze, büyük hala, büyük amcada karar kıldım. Babamın teyzesi yani benim büyük teyzem ne şen şakrak öyle... Kıpır kıpır, yerinde duramıyor. Büyük teyzemin oğulları yani babamın kuzenleri Barış ve Doğacan abilerle de tanıştım. Ayrıca teyzemin eşi Muhterem Amca ve babamın dedesi ile de... Doğacan Abi ve büyük dedem ile birer fotoğrafımı koyuyorum aşağıya:


Babannemin evi ile büyük teyzemin evi arasında gündüz gece mekik dokudum. Onlarca değil, belki yüzlerce kişiyle tanıştım. Ne çok tanıyanım varmış.

Düğün gecesi beni Doğacan Abi'nin bakıcısı Zeynep Teyze'ye bıraktılar. Amcamla Berçem Teyze'ye mutluluk dileklerimi salonda iletemedim yani. Ama sevgili amcamın beni her an yanında, hatta yüzünde, gözünün önünde hissettiğine eminim. Zira tıraş sonrası yanıp kızaran, hatta kabaran yüzüne benim pişik kremimi sürdüler. Hatırlarsınız, sünnetten sonra "cici"me göz kremi sürülmüştü de, gözüm kadar değerli demiştim. Şimdi de popomun kıymetini anlamış oldum. Amcamın şu güzelim yüzüne gülen gözlerine bakın siz de bana hak vereceksiniz.

Gelin-Damat ve gizli kahramanımız

Yeni tanıştıklarım arasında en çok Doğacan Abi'yle anlaştık. Ben onu çok sevdim sanırım o da beni çok sevdi. Umarım daha çok zaman geçirme fırsatımız olur.

Eskişehir'e dönüş yolunda Barbaros Amcalar'a uğradık. Yeni ev almışlar ve onları tam taşınmanın ortasında yakaladık. Çağla Teyze de Barbaros Amca da her zaman oldukları gibi güleryüzlüydüler. Onları görünce insan yanlarından ayrılmak istemiyor doğrusu.

Eve geldiğimizde hava kararmıştı. Hiç dönmese miydik ne?

19 Ocak 2010 Salı

Uçtu Uçtu "40 Uçtu"

Doğduğumdan beri herkes benim kırkıncı günüme dair bir şeyler söyleyip duruyordu. "Kırklı çocuk yalnız bırakılmaz" -sanki 40 gün sonra yalnız kalabilirmişim gibi-, "kırklı çocuk dışarı çıkarılmaz" -ama çıktım daha bir haftalıktım üstelik-, "kırkından sonra huy değiştirir" -ben size günden güne huy değiştirir desem hoşunuza gider miydi? böyle dedikçe büyüklerim üzülüyorum- ve belki daha kırk tane kırkla ilgili özlü söz duydum etraftan.

Ben de merakla ve heyecanla günleri tek tek saydım. Beşiğime çentik attım hatta; ve nihayet kırkıncı günümün sabahında -12 Ocak Salı sabahı-büyük bir hevesle uyandım. Babam beni öpüp işe gitti. Annem o gün özel bir şey yapar mı diye bekledim ama yok. Beni emzirdi, gazımı çıkardı, altımı temizledi ve uyutmaya çalıştı. Herhalde akşama özel bir şeyler var diye düşündüm. Aslında babaannem biraz bahsetmişti neler yapılacağından ama ben pek can kulağıyla dinlememiştim. Babam tekrar anlattı akşam. Bebeklerin kırkı dolduğunda, kırk yumurta kabuğuyla bir kovaya su koyulurmuş suyun içine de çakıl taşı ve birde zeytin yaprağı. Böyle yazınca anlamsız gibi görünüyor biliyorum ama hepsinin güzel anlamları varmış.
Meğer daha bir gün önce yıkandığımdan, üşütmeyeyim diye bu seramoniyi ertelemiş bizimkiler. Zaten annemin de babamın da küçücük yumurta kabuğuyla su dökmeye halleri yoktu. Kırklanmak için boşuna beklemişim ama umudumu kaybetmedim.

*

İki gün sonra Nil Teyzem'e gittik. Artık o "sihirli" günü atlattığıma göre her yere özgürce gidebilirdim tabii annemle. Küçük teyzem Gül'ü ve kuzen Irmak'ı da alarak alışveriş merkezine gitmek için yola çıktık. Arabayı annem kullanıyordu. Ben karnından bir an önce çıkmak istediğim zamanlar doktor ev istirahati verdiği için annem üç aydır arabaya el sürmemişti. Ben arka koltukta emniyetli bir şekilde oturduğum için çok fazla telaşlanmadım ama yine de biraz korktuğumu itiraf etmeliyim. Espark'a vardığımızda telaşımın yersiz olduğunu anladım, zira annem şöförlük konusunda babama bile taş çıkartır.

Mağazaları gezerken ben arabamda uyumayı tercih ettiğim için ayrıntıları anlatamayacağım. Yalnızca bir ara gözlerimi açtığımda başımda Gül Teyzem'in beklediğini gördüm. Annem nerede diye tam çığlığı basacaktım ki annem üzerinde yeni kıyafetlerle karşımda belirdi. Çok kilo aldığından giysilerinin olmadığından yakınıyordu sanırım bu yüzden yeni bir şeyler alıyordu. Bunları düşünürken ben yine uykuya daldım. Emzirme odasında karnımın doyurulduğunu da hayal meyal hatırlıyorum. Daha sonra gözlerimi açmama neden olay ise burnuma nefis kokuların gelmesiydi. Tabii hemen uyanarak bu güzel kokulu şeylerden istediğimi belli etmeye çalıştım. Annem uyumam içim arabamı sallarken, Kahve Dünyası diye bir yerde oturduğumuzdan, babamla buraya çok sık geldiklerinden ve maalesef benim bu kahvelerden henüz içemeyeceğimden bahsediyordu. Açıkçası bozulduğumu söylemeliyim ancak yediği çikolataların sütüne geçtiğini ve akşama sütlü çikolata içebileceğimi düşünerek huzurla uyudum.

Dört çiçek bir böcek... Böcek olan benim ve arabada uyuyorum!

Akşama anneannem ve dedemi görmeye gittik. Anneannemin kolu yine uf olmuştu ve komşular ziyaretine gelmişlerdi. Daha bir haftalıkken sakallarım beyazlasın diye yüzüme un süren teyze de oradaydı. Komşularla da tanıştıktan sonra ben artık evimize gitmek için huysuzlanmaya başladım. Annem yolda babama gittiğimiz yerlerden yumurta almayı unuttuklarını söylüyordu gülerek. Meğerse kırk gezmelerinde gidilen yerden yumurta ve un alınırmış. Ne garip âdetler var diye düşünürken kırk uçurması meselesini halletmenin gururu ve karnımın gurultusuyla ağlamaya başladım.

Zeytin yapraklarının olduğu suyla yıkanacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum.

10 Ocak 2010 Pazar

Oldu da Bitti

Haftanın başından başlayayım:

Biliyorsunuz Ocak'ın 3'ü itibariyle bir ayı bitirdim. 4 Ocak Pazartesi kontrol için doktorumuza gittik. 800 gr.'lık ağırlık ve 4 cm.'lik boy artışıyla ilk ayın sonunda 3300 gr. ve 50 cm.'yi buldum. Dr. Yaşar Amca'nın söylediğine göre hal ve gidişat "pekiyi"... Salı günü de sağlık ocağında Hepatit aşımın ikinci dozunu vuruldum. Sağlık ocağındaki tartıda hep daha fazla çıkıyorum, dikkatimden kaçmıyor.

Tabi asıl büyük ve bu yazıya başlık olan olay cuma günü yaşandı. Doktorumun tavsiyesi, annemin ve babamın ortak kararları ile sünnet oldum. Bu sünnet olayı benim açımdan tartışmalı aslında; en azından bir fikrimin sorulmasını isterdim doğrusu. Ama ya daha büyüyüp sünnetin korkulacak bir şey olduğunu öğrenseydim daha mı iyiydi? Bilmiyorum. Sanırım bundan sonra hiç bir zaman da bilme şansım olmayacak. Söylediklerine göre bu sünnet işinden geriye dönüş yokmuş.

Neyse... Şöyle oldu: Sabah erkenden hastaneye gittik. Genel Cerrah Dr. İhsan Amca lokal anestezi uygulayarak yaklaşık 20 dakikada "cici"min ucundaki, enfeksiyona neden olabilecek küçük bir parçayı alıverdi. Aslında babam olan biten herşeyi kameraya çekti ama sanırım buradan izlemek istemezsiniz. Yine de en azından bir kısmınızın günün birinde izleyeceğinizden eminim. Operasyon boyunca yalnızca en baştaki iğne kısmında biraz ağladım. Biraz da o soğuk yatağın üzerinde ellerimin ayaklarımın birileri tarafından tutulmasından rahatsız olduğum için ağladım. İşin en "esaslı" kısımlarında ağlamıyordum örneğin. Bu, acı ya da ağrı hissedip hissetmediğim konusunda bir fikir verir sanırım. Doktor amca ayrıca sargıya gerek olmadan bezimi bağlanabileceğimi, iki gün sonra yıkanabileceğimi ve yaklaşık beş gün sonra da tamamen iyileşmiş olacağımı söyledi. Gerçekten de anestezinin etkisi geçtiğinde bile mışıl mışıl uyuduğumu söylüyor annemle babam. Ağrı kesici-ateş düşürücü olarak Calpol adlı bir şuruptan günde dört kere içiyorum. Bir de "cici"min üzerine Terramycin adlı bir merhem sürüyorlar. İşin ilginci bu merhemin göz merhemi olması... Siz hiç üzülmeyin; gözüm gibi bakılıyor "cici"me yani...

3 Ocak 2010 Pazar

Yılbaşı

Ben yeni yıl getirdim.

Aslında eskisi de benim için o kadar eski sayılmazdı ama hazır doğmuşum, yepyeni bir yıla başlamak istedim. Belki de yeni yılı ben getirmemişimdir. Fakat şu kesin ki annemle babam için yeni bir hayatın başlangıcı oldum.

Neden yeni yıl var? Neden 1 Ocak?

Ben doğmadan çok uzun zaman önce -1587'de; henüz zamanın tam olarak uzunluğunu kestiremediğim için ne kadar eski olduğunu bilemiyorum- Gregory isimli bir adam tarafından kabul edildiği için adına Gregoryen (kimilerine göre ise Miladi) denilen bir takvim kullanıyormuşuz biz. Bu Gregoryen takvim kabul edileli çok olduysa da Türkiye'de 1926'dan beri kullanılıyormuş. Takvim dedikleri ise yaşadığımız zamanı aylara günlere böldükleri bir hesap cetveli... Güneşle, ayla ilgili bir şeyler de var işin içerisinde, seziyorum. İşte bu cetvel belli bir günde başlayıp aynı gün sona eren bir devir daim makinası gibi çalışır; çalıştıkça da yıllar geçer gidermiş. Annemle babam aralarında birlikte geçirdikleri yıllardan söz ediyorlar şimdi de, öyle duyuyorum. Bu cetvelin başladığı noktaya geri dönüp, yeni bir daire çizmeye başladığı gün de yılbaşı olmuş işte. Önceleri 25 Mart yılın başıymış. Sonra sonra 1 Ocak olmuş.

Herkes aynı takvimi kullanmadığından herkesin yılbaşı da aynı değilmiş. Farklı günlerde, aylarda hatta bize göre her yıl değişen günlerde yılbaşını kutlayanlar varmış.

Benim bu takvim ve tarihin başlangıcı işine aklım tam ermedi. Babamın bir arkadaşının, babama düğün hediyesi olarak yazdığı güzel bir yazı var. Onun önerisini beğendiğimi söyleyebilirim. Bulduğu çözüm, tarihi bir yerden başlatarak bugüne doğru saymak yerine bugünden başlatıp geriye doğru saymak... Ama bu durumda da geçmişteki olayların yılları sürekli değişiyor mu ne?

*

Babaannem ve dedem gittiler. Çekirdek aile olarak kaldık.

O kadar da yalnız değiliz ama. Yılbaşında Barbaros Amca ile Çağla Teyze geldiler. Bana oyuncak getirmişler; bir de bambu liflerinden yapılan bir banyo havlusu... Onların geldikleri yerde (Denizli'de) yapılıyormuş bu havlular. Yumuşacık, tam banyo yapmayı seven bebekler için...

Bizim salondaki masayı bir donattılar ki yılbaşı diye, görmeliydiniz. Baktım hep birlikte keyifleri yerinde, ben de fazla ses çıkarmadan bir köşede usul usul uyudum. Fakat yılbaşı diye saat 12'den sonra üç kere uyanıp sütümü içmeyi de ihmal etmedim. Programıma sadık bir kişiyimdir.